Savaş kafilesi o geceyi ve ertesi sabahı kamp dağıtmakla geçirdi. Silahlar ve zırhlar temizleniyor, tekrar bir araya getiriliyor, zırhların gevşeyen kısımları yenileniyor, köle kalkanlarının meeşe ağacından yapılma gövdeleri düzeltiliyordu. Arava takımları toplanıyor, yük hayvanlarına ve diğerlerine bakılıyor, tımar ediliyor, su veriliyordu. Bakıcıları olan kölelerle birlikte her biri kendi kleroilerine, iş gördükleri çiftliklere gönderiliyordu.
Nihayet ertesi gece, kafilenin Soyluları yemek toplantılarına katılabildiler. Bu genellikle ciddi bir gece olurdu: Savaş sonrası ölen arkadaşlar anılır, kahramanlıklar değerlendirilir, onursuz olanlar kınanır, hatalar gözden geçirilir ve ilerisi için dersler çıkarılırdı. Soyluların yemekli toplantıları her türlü mevzunun konuşulduğu, sırların paylaşıldığı, fakat oradan dışarı çıkmadığı bir tür sığınak gibidir. Burada uzun bir günün sonunda arkadaşlar rahatça birbirlerine yüreklerini açar, aşırıya kaçmamak koşuluyla bir iki kâse şarapla dertlerini unuturlar.
Fakat o geceki, öyle hafif bir toplantı değildi. Ölen yirmi sekiz kişinin ruhlarının ağırlığı bütün şehrin üzerine çökmüştü. Hızlı düşünerek hareket edebileceği düşüncesi, bu kendi kendini acımasızca suçlama, sinsi sinsi adamların içini kemiriyordu. Hiçbir kahramanlık nişanı, hatta zaferin kendisi bile bu duygularını yok edemezdi.
Polynikes genç Aleksandros’u çağırdı. İşte sınav burada başlıyordu.
Sert bir şekilde sordu
“nasıl, beğendin mi?”
savaştan söz ediyordu.
Orada olmaktan ve savaşı olduğu gibi, bütünüyle görmekten. Akşam bir hayli ilerlemişti. Yemeğin ikinci kısmı olan av eti ve buğday ekmeği servisi, epaikla, sona ermişti. Deukalion’un soyluları karınlarını doyurmuş, tahta sedirlerin üzerine uzanmışlardı. Şimdi sıra yemekte hizmet eden gençleri sorguya çekmeye gelmişti.
Aleksandros’a hazır ol durumda büyüklerinin önünde durması söylendi. Elleri pelerininin kıvrımları altında, henüz bir Soylunun yüzüne doğrudan bakmaya layık olmadığı için bakışları yerde olacaktı.
Polynikes ” Savaşta eğlendin mi?” diye sordu.
Aleksandros ” Beni hasta etti,” diye yanıt verdi.
Sorgulama altında, o zamandan beri ne denizdeyken ne de dönüş yolunda uyuyamadığını itiraf etti. Gözlerini kapadığı anda hiç azalmayan bir dehşet ile, katliam sahnelerini, özellikle arkadaşı Meriones’in can çekişmesini tekrar tekrar gördüğünü söyledi. O, kendi kahramanlarına olduğu kadar, düşmanın kayıplarına da üzülüyordu. Bu konuda daha da ısrarlı sorgulandığında savaş katliamını
“Barbarca ve kutsallıktan uzak” bulduğunu söyledi.
Polynikes, ” Barbarca ve kutsallıktan uzak, öyle mi?” diye hiddetle karşılık verdi.
Soylular toplantılarında, gençlerden birini, hatta Soylulardan birini onun yetişmesinde yararlı olacağını düşünerek seçer, onu ağır sözle ve acımasızca aşağılarlar. Buna arosis denir, yani sinirlendirmek.
Amacı Soylular duyguları, aşağılanma karşısında dayanıklı olmaya alıştırmak; iradeyi öfke ve korku içinde karşılık vermeye karşı kuvvetlendirmek; soğukkanlı olmayı öğretmektir. Böyle anlarda aranılan mizah anlayışır.
Bir hakareti şakayla döndürebilmek, hakaret ne kadar kaba olursa o kadar iyidir. Kaygısızlığını koruyabilen bir bey, savaşta bütünlüğünü korur.
Ancak Aleksandros’un hiç espri yeteneği yoktu. Bu onun yapısında bulunmuyordu. Büyün yapabildiği berrak sesiyle içinden geldiği gibi yanıt verebilmekti.
Ona yemek salonu kapısının Solunda olan yerimden bakıyordum. Tepedeki girişte asılı duran yazılı levhanın altında duruyordum.
“EXO TES THYRAS OUDEN”
Yani ” Bu kapıdan hiçbir şey çıkmaz.” Burada konuşulanların başka yerde tekrarlanmayacağını anlatıyordu. Aleksandros Soyluların sorunları böyle esprisiz ve yalansız yanıt vermekle büyük cesaret gösteriyordu. Böyle bir sorgulama sırasında çocuk bir işaret vererek buna bir son verebilirdi. Lykurgus yasalarına göre buna hakkı vardı. Fakat gururu bu hakkından yararlanmasına engel oluyordu. Bunu herkes biliyordu. Polynikes
“Savaşı görmek istiyordun.” diye başladı.
“Ne göreceğini sanıyordun?”
Aleksandros’un buna derhal Sparta usülü ve çok kısa bir yanıt vermesi gerekiyordu.
“Gözlerin dehşete düşmüş, yüreğin katliama dayanamamış, söyle bakalım;
Bir mızrak ne işe yarar sanıyordun?
Bir kalkan?
Bir xiphos kılıcı?”
Çocuğa bunun gibi bir sürü soru sordu. Öfkeli ya da aşağılayıcı bir tonda değil – belki öyle olsa dayanması çok daha kolay olurdu – aksine sakin ve makul bir tavırla soruluyor, kısa yanıtlar bekleniyordu. Aleksandros’tan, iki metrelik bir mızrağın açacağı yaraları ve bunun sonunda ne şekilde ölünebileceğini tarif etmesi isteniyordu. Bir mızrak fırlatılıken boğaza mı, yoksa göğse mi nişan alınmalıydı? Bir düşmanın bacak tendonu kopmuşsa onu öldürmeli mi, yoksa yola devam mı edilmeliydi? Eğer birinin kasığına, yumurtalıklarına mızrağı saplarsa, hemen çekmeli mi, yoksa düz tutarak adamın bağırsaklarını deşmeli mi?
Aleksandros’un yüzü kızarıyor, sesi çatallanıyordu.
“Durmak ister misin? Bu dersler sana fazla mı geldi?”
Savaşsız bir dünya düşünebilir misin?
Düşmandan merhamet umar mısın?
Onu koruyacak bir ordusu, askerleri olmayan bir Lakonya Düşünebilir misin?
Hangisi daha iyidir? Zafer mi, yenilgi mi?
Hükmetmek mi, hüküm altına girmek mi?
Düşmanın karısını dul yapmak mı, kendi karının dul kalması mı?
“Acımak” sözcüğünü tarif et. “Merhamet” sözcüğünü anlat.
Bunlar savaşın mı, yoksa barışın mı erdemleridir?
Erkeklerin mi, yoksa kadınların mı?
Ya da aslında erdem midirler?
O akşam Aleksandros’u sorgulayan Soylular arasında Polynikes, görünürde en acımasızı ya da en sert olanı değildi. Arosis’i o idare etmiyordu. Sorgulamasında zalimce ve kötü niyetli değildi. Yalnızca bir türlü bitmesine izin vermiyordu. Öbürleri, Aleksandros’u ne kadar insafsızca sıkıştırsalar da, sonunda niyetlerini onu aralarına almaktı. Aleksandros onların kanındandı, onlardan biriydi. Amaç bu akşam ve başka akşamlar onun hevesini kırmak ya da onu bir köle gibi ezmek değil, onun daha güçlü olması için iradesini zorlamak, kendileri gibi savaşçı adını taşımaya layık bir Spartalı ve bir Soylu olarak yerini almasını sağlamaktı.
Polynikes’in onu hırpalamasının nedeni ise daha kişisel bir şeydi. Nedendir bilinmez, oğlandan nefret ediyordu. Polynikes’de öyle fiziki güzellik vardı ki, ona bakmak bile insana acı veriyordu. Şövalye beden ve yüz bakımı açısından bir tanrı kadar mükemmeldi. Gymnasion’da çıplak hakiyle, güzellik ve fizik bakımında en mükemmel olanlarımız bile beden yapısındaki simetri ve kusursuzluk ile geride bırakıyordu. Mecliste giydiği beyaz elbiseleri içinde bir Adonis gibi parlıyordu. Savaş için silahlandığında, parlatılmış bronz kalkanıyla, omzuna attığı kızıl pelerini ve alnının gerisine düşen vaşak kılı tepelikle miğferiyle Achilles kadar korkusuz görünüyordu.
Polynikes’i Büyük Saha da, Olimpiya, Delphi ya da Nemea’daki küçük oyunlara hazırlanırken izlemek ya da günün son saatlerinde diğer koşucularla birlikte yarış zırhlarını takıp çalıştırıcıları gözetiminde finallere hazırlandığını görmek için en sıkı çalışan Soylular bile boks ya da güreş egzersizlerini yarıda bırakıyorlardı.
Polynikes’le devamlı olarak dört koşucu çalışırdı. İki kardeş olan Malineus ve Gorgone, ikisi de Namea’da diaulus koşusunda şampiyon olmuştu. Bir atı altmış metre geride bırakabilen Şövalye Doreion ve Yaban Zeytini taburunun boksçusu ve enomotarch’i olan Telamonias.
Beşi yerlerini alırlar ve bütün bunları çalıştırıcı biri başla işareti verirdi. Otuz metre, bazen de elli metre boyunca pistte zırhlarının ağırlığı altında zorlanan bir et ve bronz grubu bir arada koşardı. Seyrede şövalyeler bir an için, belki de bu sefer, bir kere olsun aralarından birinin onu geçmesini umarlardı. Koşucular yüklerinin ağırlığını hissetmez olup tam hızlarını arttırmaya başladıkları sırada, Polynikes sol kolunun damarları atarak taşıdığı on yedi kiloluk mele ve bronzdan kalkanıyla baş tarafta belirirdi; miğferinin pırıltısı seçilir, Hermes’in kanatlı sandalları gibi uçardı. Sonunda da kalpleri durduracak bir güçler Polynikes gruptan koparak öyle inanılamayacak bir hızla ilerlerdi ki, onun çıplak olduğunu, hatta kanatlandığını sanırdınız. Sanki kolundaki ve sırtındaki ağırlıklardan hiç etkilenmez gibiydi. Dönüş işaretini uçar gibi geçerdi. Arkasındakilerle arasında gün ışımaya başlardı. Bitiş noktasına doğru atılırdı. Toplam dört yüz metre. Artık o, bu yetersiz, bu yaya kalan insanlarla yarışmıyordu. Onlar başka şehirde olsalar, büyük beğeni kazanırlar, hayranlarının hücumuna uğrarlardı. Ama burada, bu yenilmez koşucu karşısında yenilmek ve buna katlanmak zorundaydılar. O Polynikes’ti ve ona kimse dokunamazdı. O, tanrıların bir nesilde ancak bir tek canlıya vereceği yüz ve fizik mükemmeliyetine sahipti.
Aleksandros da güzeldi. Polynikes’in armağanı olan kırık burnuyla bile fiziki kusursuzluğu korkusuz koşucuya yakındı. Belki de adamın çocuğu duyduğu nefretin kökünde bu yatıyordu; belki de atletizm pistinden değil de, korodan zevk alan Aleksandros bu güzelliğe layık değildi; Polynikes’de çok belirli olan andreia, erkeklik erdemi onda neredeyse yoktu. Ben koşucunun düşmanlığının, Aleksandros’un Diekenes’in gözünde değer kazanmasının neden olduğundan kuşkulanıyordum. Çünkü Polynikes Şehirde erdem ve mükemmellikte yarıştığı insanlar arasında en çok efendimden nefret ederdi. Savaşta kazandığı ödüller için değil, çünkü Polynikes, de ondan, on ya da on iki yaş genç olmasına karşın iki kere kahramanlık ödülüne layık görülmüştü.
Bu başka bir şeydi. Karakterinin elle tutulamayan bir yönüydü. Büyün şehir bunu hissediyor ve ona bu yüzden saygı duyuyordu.
Efendim Dienekes bambaşka bir adamdı.
Öğle zamanı genç kızlarla erkeklerin top oynadıkları sahadan geçerken onlarla nasıl şakalaştığını, çeşmede genç bir kızın ya da kadının, yoldan geçen yaşlı bir kadının ona nasıl gülümsediğini Polynikes görüyordu. Köleler bile ona, Polynikes’e hiç göstermedikleri bir sevgi ve saygı gösteriyordu. Oysa Polynikes başka taraflarda ne kadar büyük ilgi ve saygı görüyordu…
Bu onu sinirlendiriyor, şaşırtıyordu. Polynikes iki erkek çocuğa sahipti, Efendim Dienekes’in ise dört kızı vardı, eğer bir oğlu olmazsa soyu tamamen tükenmiş olacaktı. Hızla büyüyen kendi oğulları ise bir gün savaşçı ve erkek olacaklardı. Dienekes’in şehrin saygısını böylesine hafif ve alçakgönüllü bir biçimde kabullenmesi ise, onu, Polynikes’i büsbütün kızdırıyordu.
Koşucu onda ne beden güzelliği ne de hız üstünlüğü görüyordu. Efendim Dienekes’de ise öyle kaliteli bir ve kendine hakim olma yeteneği vardı ki, Polynikes’de tanrıların kendisine cömertçe verdikleri özellikler arasında ise bunlar yoktu. Polynikes’in ki bir aslan ya da bir kartal cesaretiydi. Kanında, iliklerinde olan bir şeydi, içgüdüsel bir üstünlüktü.
Dienenkes’in cesareti, değişikti. Onunki bir insanın, bir ölümlünün erdemiydi. Onun değeri, yüreğinin içinden gelen anlayış ve dürüstlükteydi. Bunlar Polynikes’e yabancı duygulardı.
Bu yüzden mi Aleksandros’dan nefret ediyordu?
bu yüzden mi sekiz gecelik talimlerde çocuğun burnunu kırmıştı?
Polynikes şimdi onun burnundan da fazlasını kırmak istiyordu. Burada, bu sofrada onun parçalara ayrıldığını görmek istiyordu.
“Üzgün görünüyorsun, pais. Savaş düşüncesi sana keyif vermiyor gibi.”
Polynikes Aleksandros’tan savaşın zevkli yanlarını anlatmasını istedi. Çocuk sırayla çekilen sıkıntıların paylaşılmasından duyulan hoşnutluğu, zorlukları yenmenin sevincini, şakalaşmaları ve philadelphia’yı, silah arkadaşlarının birbirlerine olan sevgisini saydı.
Polynikes kaşlarını çattı.
“Şarkı söylemekten zevk alıyor musun, çocuk?
“Evet, efendim.”
“Ya o Agathe fahişesiyle flört etmekten?”
“Evet, efendim.”
“Öyleyse savaşta seni öldürmek için yanıp tutuşan bir düşmanla kalkan kalkana çarpıştığında onu öldürdüğün zaman duyacağın zevki düşün. Bu harika duyguyu hayal edebiliyor musun, seni bok solucanı?.”
“Pais buna çalışıyor, efendim.”
“Sana yardım edeyim, gözlerini kapa ve hayal et. Beni dinle!”
Polynikes bunun, efendim Dienekes’e nasıl işkence ettiğinin farkındaydı. Adam kontrolünü koruyor, iki adım ötede sakin bir şekilde oturuyordu.
“Birinin bağırsaklarına bir mızrağı sapına kadar saplamak, sikmek gibidir. Kadınlarla yatmaktan zevk alıyorsun, değil mi?”
Ve efendim konuştu:
“Çocuk bilmiyor, efendim.”
Polynikes devam etti:
“Benimle oyun oynama, seni cırcır serçe.”
Bir saattir ayakta duran Aleksandros kendini tamamen hazırlamıştı. İşkencecisinin sorularına hazır ol durumda, hareketsiz, gözleri yerde, her şeye katlanmaya kararlı bir şekilde yanıt veriyordu.
“Bir adam öldürmek si.mek gibidir. Yalnız burada can vermek yerine can alınır. Silahını düşmanının karnına soktuğunda aynı hazzı duyarsın. Miğferinin altından gözlerinin içine kaçtığını görürsün. Dizlerinin çözüldüğünü ve düşerken zıpkının ucunu da aşağı .ektiğini hissedersin. Bunu gözünün önüne getirebiliyor musun?
“Evet, efendim.”
“Aletin sertleşti mi?”
“Hayır, efendim.”
“Ne? Zıpkınını birinin karnına sapladın ve köpeğin hala sertleşmedi, öyle mi? Nesin sen, bir kadın mı?”
Bu npltada sofradaki Soylular elleriyle masaya vurmaya başladılar. Bu Polynikes’in fazla ileri gittiğini anlatmak içindi. Koşucu duymamazlıktan geldi.
“Şimdi benimle birlikte gözünün önüne getir. Demir silahını çevirerek çıkardığında düşmanının kalp atışlarını hissedersin. Elinden kolu, oradan kalbine bir sevinç duygusu yayılır. Nasıl, hoşuna gitmeye başladı mı?”
“Hayır, efendim.”
“O anda kendini Tanrı gibi hissedersin. Yalnız, Onun ve bir savaşçının dövüşürken yapmaya hakkı olan şeyi yapıyorsundur, öldürmek, başka birinin ruhunu yok etmek ve onu cehenneme yollamak. Bunun tadını çıkartmak, silahı daha derinlere sokmak, adamın kalbini, bağırsaklarını zıpkının ucuyla dışarı çıkartmak istersin, ama yapamazsın. Söyle bana neden?”
“Çünkü ilerleyip bir sonraki adamı da öldürmeliyim.”
“Şimdi ağlayacak mısın?”
“Hayır, efendim.”
“Eğer senin kalkanın gölgesinde ilerlersem ne yapıcaksın? Onu bana siper edecek misin?”
“Evet, efendim.”
“Adamını öldürecek misin?”
Evet, efendim.”
“Ya sonrakini?”
Evet, efendim.”
“Sana inanmıyorum.”
Bunun üzerine Soylular masaya daha hızlı vurmaya başladılar. Dienekes konuştu:
“Bu artık öğretmek değil, Polynikes, bu kötülük.”
Koşucu “Öyle mi?” diye rakibinin yüzüne bile bakmadan yanıt verdi. “Kendisine soralım bakalım. Bu kadar yeter mi, seni ilahi okuyucu bok yığını?”
“Hayır efendim, çocuk devam etmenizi diliyor.”
Dienekes araaya girdi. Yumuşak ve şefkatli bir sesle, koruması altında olan çocuğa:
“Neden doğruları söyleyip duruyorsun, Aleksandros?” dedi. “Öbür çocuklar gibi sen de yalan söyleyebilir, katliam görmekten büyük zevk aldığını, kopan kolları ve bacakları, savaşta yaralanan ve ölenleri seyretmekten hoşlandığını söyleyebilirdin.”
“Bunu düşündüm, efendim. Ama herkes içimin nasıl olduğunu görebilirdi.”
Polynikes ” Göreceğimizden emin olabilirsin,” diye doğruladı. Kendi sesindeki öfkeyi duydu ve çabucak kontrol etti. “Ama değerli arkadaşıma olan saygım yüzünden” -burada Dienekes’e doğru alaylı bir tavırla eğildi- “bundan sonraki sorumu çocuğa değil, buradakilerin hepsine yönelteceğim.”
Biraz durdu, sonra önünde hazır ol durumda bekleyen çocuğu gösterdi.
“Savaşta kim bu kadının sağında durmak ister?”
Dienekes hiç tereddütsüz “Ben dururum,” diye yanıt verdi.
Polynikes ” Hocan seni korumaya çalışıyor, paidarion. Kendine güvenin verdiği gururla iki kişi için savaşabileceğini sanıyor. Bu delilik. Gözleri seni kıza benzeyen güzel yüzünden başka bir görmediği için şehir onu kaybetmeyi göze alamaz.”
“Bu kadar yeter dostum.” Bunu topluluğun en yaşlısı olan Medon söylüyordu. Ötekiler de hep birlikte parmaklarıyla masayı takırdatarak ona katıldılar.
Polynikes gülümsedi. “Cezanıza razı oluyorum beyler, yaşlılar. Aşırı coşkunluğumu mazur görün. Ben yalnızca bu genç arkadaşımıza gerçeklerin aslında nasıl olduğunu anlatmaya, insanları tanrının yarattığı gibi görmesine yardım etmeye çalışıyordum. Dersini tamamlayabilir miyim?”
Medon ” Kısa olsun,” diye uyardı.
Polynikes yeniden Aleksandros’a döndü. Bu sefer konuşmaya başladığında sesi yumuşak ve kötülükten uzaktı. Neredeyse sevecen, hatta tuhaf, ama, biraz da gerçekten kederliydi. Bunu sesinde hissedebildik.
“İnsanoğlunun yapısı bir çıban, bir kanserdir. Lakonya dışında ki herhangi bir ülkenin insanlarını incele. İnsanoğlu zayıf, açgözlü, şehvetli ve her türlü kötülüğe açıktır. Yalan söyler, hile yapar, çabalar, öldürür. Tanrıların heykellerini eritip altınlarını para haline getirip fahişelere harcar. İşte insan budur. Bu onun yaradılışıdır. Buna bütün şairler de tanıktır. Şansımız var ki, Yüce Tanrımız cinsimizin bu yaradılış kusurlarına karşı onu dengeleyecek bir şey sağlamıştır. İşte bu erdem, dostum, savaştır. Erdemi ortaya barış değil, savaş çıkarır. Kötülüğü barış değil, Savaş temizler. Savaş ve savaşa hazırlık insandaki soylu ve dürüst olanı meydana çıkarır. Onu, kardeşleriyla biraraya getirir, bencil olmayan bir sevgiyle birleştirir. Zorunluluk karşısında aşağılık ve şerefsiz olan her şeyi silip atar. Orada, katliamın kutsal değirmeninde, en aşağılık adam bile kokuşmuş olanın altında gizlenen ve tanrıların önünde onurlandırılmaya layık olan erdemini ortaya koyar. Savaştan nefret etme genç dostum, merhamet ve sevginin, adreiadan, yani erkekçe yüreklilikten üstün olduğuna kendini inandırma”
Medon ve diğer yaşlılara dönerek sözlerini şöyle bitirdi Polynikes:
“Sözü uzattığım için beni bağılamanızı dilerim.”
İşkence bitmişti. Soylular dağıldılar. Dışarıda, meşelerin altında Dienekes Polynikes’i buldu. Onu, övgü ismi olan Kallistos diye çağırıyordu, bu “ahenkli güzel” ya da “mükemmel yapılı” anlamına geliyordu. Ancak Dienekes onu öyle bir tonda söylüyordu ki, daha çok ” güzel çocuk” ya da ” melek yüzlü” demeye geliyordu.
“Bu çocuktan niye bu kadar nefret ediyorsun?” diye sordu
“Çünkü şan şeref kazanmaktan hoşlanmıyor.”
“Şan şeref sevgisi bir erkeğin en yüce erdemi midir?”
“Bir savaşçının.”
“Bir yarış atının, bir av köpeğininde.”
“Yantıların erdemidir, bizden de bunu isterler.”
Orada bulunanlar bu konuşmayı duyuyorlardı, ama duymuyormuş gibi yapıyorlardı, çünkü bu kapıların arkasında ne konuşulursa konuşulsun, Lykurgus yasalarına göre dışarıya sızmamalıdır.
Dienekes bunu anımsayarak kendini kontrol altına aldı ve Olimpiyat yarışçısı Polynikes’e yüzünde acı bir ifadeyle dönerek:
“Dilerim ki, Kallistos, hayalindeki savaşların hepsiyle dövüşecek kadar yaşarsın. O zaman belki bir insanın alçak gönüllülüğünü öğrenir ve kendini o sandığın yarı tanrı gibi görmezsin.”
“Benim için üzülmek zahmetinde bulunma Dienekes, sen kedi arkadaşına bak. Onun buna gereksinimi olacak.”
Artık Amyklaian tolunda yapılan toplantıların dağılma zamanı gelmişti. Otuz yaşını geçenler evlerine, eşlerine gidecekler, daha genç olanlar, ilk beş yaş sınırlamısa girenler ya silah altına kalıp devlet binalarının girişlerinde gece nöbeti tutmaya ya da pelerinlerine sarılıp uyumak için bir yer bulmaya gideceklerdi.
Adam kolunu çocuğun omzuna attı, beraberce karanlık meşeliğe doğru yürüdüler. Dienekes ” Biliyor musun?” diye sordu.
“Savaşta Polynikes senin için canını verir. Yaralanırsan kalkanı seni korur, mızrağı seni sağsalim geri getirir. Eğer ölüm seni vuracak olursa, hiç düşünmeden cesedini getirmek için düşmanlar zırhını almadan katliamın içine dalar. Onun sözleri acımasız olabilir, Aleksandros, ama artık savaşı gördün ve onun yüz kere daha acımasız olduğunu öğrendin. Bu geceki eğlenceydi. Yalnızca bir denemeydi. Bunun gibilerin tekrarlanmasına artık kendini hazırla ki, Polynikes’in hakaretlerine aldırış etmeyip yüzüne karşı gülmeyi başarabilesin. Lakonya’da çocukların bu eziyete yüzyıllardır dayandıklarını hatırla. Şimdi gözyaşı dökeriz ki ileride kan dökülmesin. Bu akşam Polynikes’in niyeti sana kötülük etmek değildi. O, savaş boruları çaldığında korkuyu yok ederek sana disiplinli olmayı öğretmeye çalışıyordu.
“Sana sözünü ettiği şu çok odalı evi hatırla. Girmemiz gereken odalar vardır. Öfke. Korku. İnsanı savaşta mahveden duyguların tümü.”
“Alışkanlıklar kazanmanı sağlar. Bir tek, ama yalnızca bir tek yolda düşünerek, başka türlü düşünmeyi kesinlikle reddederek savaşta büyük güç kazanırsın.”
Bir meşenin altında durup oturdurlar.
“Sana hiç babamın Kleros’undaki kazımızdan söz etttim mi? Bu hayvandan bir adet edinmişti: Tanrı bilir neden, kardeşleriyle beraber suya girmeden önce çayırın belli bir yerinde gagasıyla üç kere vuruyordu. Çocukken buna şaşardım. Kaz her seferinde bunu yapardı. Buna mecburdu. Bir gün ona engel olmayı kafama koydu. Ne yapacağını görmek istiyordum. O çayır parçasının yanında bir yerde bekledim -dörrti beş yaşından daha büyük değildim- ve kazı buraya yaklaştırdım. Fena halde telaşlandı. Bana saldırdı, kanatlarıyla beni dövüyor, kanatıncaya kadar gagalıyordu. Bir fare gibi kaçtım. Kaz derhal kendini toparladı. Çimen parçasını üç kere gagaladı ve suya daldı. Halinden çok memnundu.
Yaşça büyük savaşçılar artık Evlerine gidiyor, gençler ve çocuklar merkezlere dönüyorlardı.
“Alışkanlık güçlü bir dosttur. Korku ve öfke alışkanlığı ya da kendine hakim olma ve cesaret alışkanlığı.” Hafifçe çocuğun omzuna dokunda. Ayağa kalktılar.
“Şimdi git. Biraz uyu. Sana söz veriyorum, bir savaş görmeden önce seni en yararlı alışkanlıklarla donatacağız.