Vettir (voettir, vettir yani “ruhlar“, “periler“). İyi olanlara İyi Ruhlar (hollar veoettir), kötü olanlaraysa Kötü Ruhlar (meinvoettir, uvoettir) deniyordu. İyi Ruhlar arasında, söz konusu ülkenin koruyu perileri olan sözde Diyar Ruhları bulunuyordu. Diyar Ruhları, İzlanda’da çok rağbet görülüyorlardı. En ilkel kanunnameye göre (Ulfljot’un Yasaları), Diyar Ruhları’nı korkutabilir diye pruvasında “ağzı açık ya da büyük burunlu bir hayvan” taşıyan savaş gemisinin herhangi bir İzlanda limanına demir atması yasaktı.
İnsanoğlunun başına gelebilecek en talihsiz şey, Diyar Ruhları’nın düşmanlığını kazanmak olurdu. İntikam almak amacıyla ucunda hayvan kafası bulunan bir sopayı Erik Kanlı Balta’nın karşısına diken Egil Skallagrimsson da tam olarak bunu yapmıştı. Egil, Norveç’ten uzağa yelken açmadan önce kıyıdan fersah fersah ötede bir adada kıyıya çıktı. Hikâye şöyle devam ediyor: “Egil kıyıya ayak basarak adada yürüyüşe çıktı. Elinde fındık ağacından yapılmış bir sopa vardı, adanın anakaraya doğru bakan kayalık çıkıntısına doğru yöneldi. Bir at başını alıp bu sopanın ucuna sabitledi.
Sonra belli sözcükleri (bir laneti) seçerek şöyle dedi: “Bu lanetli sopayı buraya dikiyorum, bu laneti Kral Erik ve Kraliçe Gunnhild’e çeviriyorum.” Böyle dedikten sonra atın başını anakaraya doğru çevirdi. “Bu laneti bu ülkenin Diyar Ruhları’na çeviriyorum, öyle ki nihayetinde yoldan çıksınlar ve erik ile Gunnhild’i bu diyardan sürsünler, bunu yapmadıkları sürece bir daha hiç kimse onları ya da nerede yaşadıklarını bulamasın.” Bunun ardından sopayı bir gediğe soktu ve orada bıraktı.
Sopa gibi atın başını da anakaraya doğru çevirmişti, ayrıca ettiği lanetin tüm sözcüklerini gösteren rünleri sopaya yazmıştı. sonra da gemisine binip yelken açtı.
İyi Ruhlar arasına tüm Æsir, Vanir ve Işık Elfleri; Kötü ruhlar arasına ise devler, cüceler ve Kara Elfler dahil edilebilir. Fakat Hıristiyanlığın gelişinden sonra ruhlar arasında bir ayrım yapılmadı, ya tümden kötü olarak kabul edildiler ya da onlara sadık olan kişinin selametini tehlikeye atacakları şüphe götürmez bir gerçek olarak görüldü. Katolik rahipler, insanların bu ruhlara olan güvenini yıkmak yerine, tüm ruh türlerine karşı nefret kusmayı içeren bir yolu tercih ettiler. Nihayetinde ilahiler, dualar ya da rahiplerin serptiği kutsal sular kullanılarak defedilen ve taşlar ya da tümsekler içindeki meskenlerinden kaçmak zorunda kalan ruhlarla ilgili bir dolu efsane türedi.
Bahar mevsimi geldiğinde Yükseliş Haftası boyunca tıpkı Katolik Hıristiyanlığın hâkim olduğu diğer yerlerde olduğu gibi Kuzey’de de rahipler, törenlerle tarlalarda ve çayırlarda gezinip ellerindeki kutsal su ve haçla, dillerindeki dualar ve takdislerle ruhları işlenmiş topraklardan defetmeye çıkıyorlardı. Bu özel hafta (Gangdaga-vika “Alay haftası) boyunca birkaç alay günü (Gangdagar) düzenlenirdi. Bunlar dışında sabit iki alay günü daha vardı: 25 Nisan‘da gerçekleştirilen seremoniler doğrudan, ruhlara olan inancın devam etmesine olanak sağlıyordu. Hatta günümüzde bile “ruh tümsekleri” ya da hiç kimsenin dokunmaması gereken, ruhların yakın zamana kadar kendilerine sunulan yiyecekleri kabul ettikleri yerler olan “ruh ağaçları” ile alakalı gelenekler yerine getirilmeye devam ediyor.
Daha önemsiz doğaüstü yaratıklar hakkındaki yakın dönem hurafeleri arasında en yaygını elfler ve devlerle (Jutullar, Troller, Dağ Trolleri) alakalı hurafelerdi. İzlanda’daki hurafeler içinde çarpıcı bir yere sahip olan Huldre Dolk (Huldufolk: “Gizli halk”.) elflere örnek olarak verilebilir. Bu elfler görünüş olarak insanlara benziyorlardı. Yeraltında ya da dağların içinde yaşıyorlardı, insanlara karşı her zaman düşmanca yaklaşmıyorlar, hatta zaman zaman sıcakkanlı ve dost canlısı olabiliyorlardı. Bu sebepten dolayı onlara Dostlar ( “Sevgili”, “arkadaş canlısı” anlamına gelen ljufr’dan türeyen Ljuflingar) dendiği de oluyordu. Norveçliler arasında da Gizli Halk ya da yeraltı halkı (tümsek halkı, dağ halkı) ile ilgili birçok hikâye bulunuyor, bunlardan en öne çıkanı ise Dağ Hanımı Huldre hakkında olanlar.
Huldre

Huldre, çoğu zaman kötü niyetli olsa da bazen insanlara karşı dostça bir tavır sergilediği de olurdu, örneğin bir çobana göründüğünde onunla konuştuğu veya dans ettiği görülürdü. Dağ hanımı, karşıdan bakıldığında çok güzeldi, mavi önlüğü ve beyaz keten başlığı da bu güzelliğe güzellik katıyordu. Arkadan bakıldığında ise korkunçtu, sırtının içi tıpkı bir oyuk gibi boştu ve hiç saklayamadığı bir kuyruğu vardı. Besili sığırlardan oluşan kocaman bir sürüye ve bu sürüyü güden köpeklere (huldre köpeklere) sahipti. Güzel şarkılar söyleyip güzel enstrüman çalardı ama şarkılarına her zaman bir melankoli hâkimdi. Ezgilere “Dağ Hanımı’nın çalgıları” adı veriliyordu.
Yeraltı insanları

Ve Yeraltı insanları. Onlar birbirlerinden çocuk sahibi olamıyorlardı. Bu sebeple genç erkekleri ve kadınları kendileriyle evlenmeleri için kandırmaya çalışırlardı. Ayrıca insan çocuklarını çalmak gibi kötü bir huyları da vardı, beşikteki bebeği kendi çocuklarıyla değiştirirlerdi. Bu çocuklara değiştirilmiş – bozulmuş peri bebekler ( Eski Nors: skiptingr, vixlingr.) deniyordu.
Nix

Nix ve Su Ruhu diye adlandırılan ruhlar da vardı. Bu ruhlar genelde nehirlerde, göllerde ve kötü yaratıkların bulunduğu düşünülen bazı bölgelerde yaşarlardı. Örneğin Telemark’da yerel kayıtlara göre Nix, her sene bir insan kurban istiyor ve gece çöktükten sonra su kenarına yaklaşanları aşağı çekerek boğuyordu. Nix’in inlediği ya da sızlandığı duyulursa bu birinin boğulmak üzere olduğuna dair bir işaret olarak kabul görüyordu. Nix, farklı farklı kılıklarla ortaya çıkma yetisine sahipti; bazen uzun saçlı yakışıklı bir genç, bazen bir cüce, bazen de gri sakallı bir yaşlı olabilirdi.
Su Ruhları

Nix dışında – Su Ruhları da vardı. Onlar kural gereği art niyetsiz ve arkadaş canlısıydı. Keman çalma konusunda ustalardı, hatta bu ruhları sanat öğretmeleri için ikna etmek mümkündü. Sonsuz kurtuluşa dair bir ümitleri olmadığından genelde hüzün dolu canlılardı, ancak birisi kefaretlerini ödeme konusunda söz verdiğinde çok mutlu olurlardı. Keman Çalmayı öğrettikleri zaman genelde ilahi kurtuluş talep ederlerdi.
Deniz Kızları & Deniz Adamları

Okyanustaysa Deniz Adamı ve Denizkızı yaşıyordu. Onlar da hoş şarkılar söyleyip güzelce çalgı çalıyorlar, insanları yaşadıkları yere çekiyorlardı. Gelecekteki olayları görme yetisine sahiplerdi. Vücutlarının üst kısmı insan vücudunu, alt kısımları ise bir balığınkini andırıyordu. Denizkızları, yüzgeçli kuyruklarını sakladıkları sürece, karaya çıkabilecekleri güzel bacaklara dönüşüyordu.
Brownie

Brownie (modern Norveççede Nisse) ruhlar arasında kendine has bir yere sahipti. Brownie, kırmızı şapkası ve gri kıyafetleriyle küçük bir çocuk ya da küçük bir adam gibi görünüyordu. Alnı her zaman ter içindeydi ve başparmakları da yoktu. Çifrlik binalarında dolaşır, kendisine ne kadar iyi davranılırsa çiftlik işlerine o kadar yardımcı olurdu. Öte yandan ev sahipleri tarafından gücendirilirse, onların başına büyük dertler açma kabiliyeti de vardı. eğer Brownie yaşadığı yerden memnunsa seyise atları beslemesi için bir el atar, inekleri sağan kıza yardımcı olur, hatta yaşadığı çiftliği geçindirmek için komşularından hem saman hem yemek çalardı. Ancak memnun değilse sığırları lanetler, yemeği çürütür ve evin başına türlü türlü uğursuzluklar getirirdi. Farklı çiftliklerden iki Brownie’nin saman çalarken birbirleriyle karşılaştıkları da olurdu, işte o zaman saman saplarıyla ateşli bir dövüş başlardı muhtemelen. Bunu seyretmesi muhteşemdi! İhtiyatlı köylüler, Noel Arifesi’nde Brownie için Noel pudingi ayırmayı ihmal etmezlerdi.
Kurt Adam & Karabasan

Uyuyan bir kişi, ne zaman göğsünde bir ağırlık hissetse ya da rahatsız edici rüyalar görmeye başlasa hiç şüphesiz bu Karabasan ya da Incubus‘un iş üstünde olduğuna, o kişinin de karabasan (Eski Nors: Mara trad hann: “Karabasan basması.”) tarafından “ziyaret edildiğine” işaret ediyordu. Bir anlatıya göre Karabasan’ın kafası yoktu, hatta aslında belli belirsiz kahverengi bir büzgüden fazlası değildi. Başka bir anlatıya göreyse Karabasan, geceleri ortalıkta dolaşan ve ağırlığını uyuyan kişi üstüne veren gerçek bir kadındı. Bu anlatıdaki Karabasan, gündüzleri normal insanlar olan ancak geceleri kurt şekline giren sözde kurt adamlardan (vargulfr) çok da büyük bir farklılık göstermiyordu. Kurt şekline girdiklerinde kötülükler yapmak, uyuyan insanlara saldırmak, kilise mezarlarındaki cesetleri yemek ve parçalamak için ortalarda geziniyorlardı. İsveç’teki ilk Yngling krallarından biri olan Vanlandi’yle alakalı eski bir efsane, Huld adında bir cadının Karabasan Şekline girerek kralı ziyaret ettiğini ve onu nefessiz bırakıp öldürdüğünü öne sürüyor. Kuzeylilerin böyle varlıklara olan inancı o kadar derindi ki Eidsifa Dinsel Kanunu şu satırları içeriyordu:
“Eğer kanıtlar bir kadının Karabasan şekline girip herhangi birini ya da hizmetçilerini ziyaret ettiğini gösterirse, bu kadın ceza olarak üç İsveç markı ödemeli; eğer ödeyemiyorsa yaşadığı yerden sürülmeli.” Karabasan ve Kurt adam, daha önce bahsedilen Karanlığın Yolcuları ve Gece Yolcuları’yla ilişkilendirilmişti, zaten sonraki dönemlerde bunlar arasında çok beşirgin bir ayrım da yapılamamış Dış görünüşünü gizleme yetisine, eski tabire göre “çoklu görüntüye” (eigi einhamr) sahip olan bir kişi zaman zaman “şekil değiştiren” (hamhleypa) olarak da anılıyordu.